Antarktika’nın sırlarını gün yüzüne çıkarmak, sanıldığı kadar erken bir zamanda gerçekleşmedi. Donmuş denizlerin ve buzulların arasında, insanın karşılaştığı en zorlu koşullarla yüzleşmek gerekiyordu.
Ancak bu zorluklar, insanın doğaya karşı olan merakını ve kararlılığını dizginleyemedi.
Antarktika’nın keşfi, 28 Ocak 1820’de Fabian Gottlieb von Bellingshausen ve Mikhail Petrovich Lazarev liderliğinde gerçekleşti.
Biz fiziksel bir keşiften bahsediyoruz ancak Antarktika’nın keşfi, aslında M.Ö. 600-300 yılları arasındaki Yunan filozofların düşüncelerine kadar uzanıyor. Fiziksel olarak ilk temas, 1820’de kıtanın görülmesiyle gerçekleşti.
Peki bu zamana kadar neden hiç buraya adım atılamadı?
Kuzey kutbunun simetrik olarak güney kutbunda da bulunması gerektiği mantığıyla insanlar, tarih boyunca güneye ulaşmaya çalıştılar.
Avrupalı kâşifler, 15. yüzyılda Afrika’nın güneyindeki rotaları keşfederek güneye doğru ilerlemeye devam ettiler. Ancak 17. yüzyılda, Avustralya’nın keşfi her şeyi alt üst etti. Çünkü bu keşifle Güney Kutbu’nun sona erdiği düşüncesi de sona ermiş oldu.
1820’lerde, Rus, İngiliz ve Amerikalı denizciler, Avustralya’nın keşfinden itibaren Antarktika kıyılarını keşfetmeye başladılar. 1820’lere kadar Antarktika’nın varlığına dair kesin bir bilgi yoktu.
Bugün bu kıtada birçok ülkenin araştırma istasyonları var.
1821’de Avrupalı ve Amerikalı kâşifler, kıtayı dolaşarak bölgedeki çeşitli buz adalarını keşfettiler. 1838-1842 yılları, keşif çalışmalarının hız kazandığı bir dönemdi.
Amerikalı Yüzbaşı Charles Wilkes, Balany Adaları’nın batısında kalan Antarktika topraklarına ulaşarak buranın bir kıta olduğunu ortaya çıkardı ve bu bölgeye “Wilkes Arazisi” adını verdi. Bu tarihten itibaren de çalışmalar hiç durmadan devam etti, hâlâ da araştırmalar devam ediyor.
Peki gizemli Antarktika’nın keşfi, 19. yüzyılın başlarına kadar neden gecikti?
Dünya dışında bir gezegenin, Uranüs’ün bile keşfi 18. yüzyılda gerçekleşirken insan merak etmeden duramıyor. Dünya üzerindeki bir kıtanın keşfi, bir gezegenden daha mı zordu?
Hayır, değildi. Bunun birçok nedeni vardı. Birinci nedeni, kıtanın coğrafi özelliklerinin ve aşırı zorlu iklim koşullarının keşif gezilerini engellemesiydi. Yoğun buz tabakaları, tehlikeli deniz koşulları ve aşırı soğuk, keşif gezilerini oldukça riskli ve zorlu hâle getirdi.
Ayrıca o yıllarda, seyahat teknolojisinin yetersizliği de keşfi geciktiren bir unsur olmuştu.
Uzayın derinliklerinde bulunan Uranüs’ü keşfetmek için teleskop kullanmak yeterliyken Antarktika, dünyanın en uzak ve en zorlu bölgelerinden birisiydi. Kar ve buzla kaplı olması, aşırı soğuk iklimi keşif çalışmalarını oldukça zorlaştıran etkenlerdi.
Ayrıca Uranüs’ün keşfi, o dönemdeki gökbilimci ve astronomların kullanımına uygun olan teleskop teknolojisinin gelişmesiyle mümkün olmuştu. Antarktika’nın keşfi için uygun teknolojinin ve donanımın gelişmesini, deniz taşımacılığındaki ilerlemelerin yaşanmasını beklemek gerekiyordu.
Tabii ki bölgenin keşfi için yeterli ilginin olmaması da bir etken oldu.
Ticari değeri olmayan bir kıta olarak Antarktika, Avrupalı kâşiflerin ve denizcilerinin dikkatini pek çekmedi. Dolayısıyla bu kıtanın keşfi, diğer coğrafi keşiflere göre daha düşük bir öncelik taşıyordu. İtşe tüm bu sebepler, Antarktika kıtasının keşfinin 1820’ye kadar beklemesini gerektirmişti.
Günümüzde bile hâlâ gizemini koruyan bu kıta, bilimsel çalışmaların da odak noktası hâlinde.
İlginizi çekebilecek diğer içeriklerimiz: